Saturday, November 1, 2008

...

Perfect love the killer
wouldn’t let you neither survive
nor not to revive after

Thursday, October 16, 2008

Yalnızlık

Yalnızlık tek başına olmakla ilgili değil
Yalnızlık yalnız olmakla ilgili

Tuesday, September 16, 2008

Bilinen Gerçeklerin Tekrarı

İnsan bir ülkedir.

İlk cümle sanki pek de bilinen bir gerçek değil gibi gelmiş olabilir. Ama sabredin, ilerleyen kısımlarda benim topluma yeni bir şey katamayan, aynı şeyleri tekrar eden kötü bir yazar olduğumu kanıtlayacağım.

Vücut, insan denen bu ülkenin sömürülen cahil proletarya kitleleri gibidir.

Genler bu ülkenin, esasen yurtdışı kökenli olan yönetici sermaye sahipleridir. Elitin elitidir.

Beyin ise komprador burjuvadır. Yani aracıdır. Genlerin ihtiyaçlarını temine yönelik görevi vardır sistem içinde. Büyük sermaye ülkeyi komprador burjuvazi aracılığıyla yönetir. Yani Genler, ülkeyi beyin aracılığıyla yönetir. Genlerin var olabilmek için gereksinim duyduğu her şeyin propagandası ve temini beyin tarafından gerçekleştirilir. Mesela genler yeni insan vücutlarına geçerek varlıklarını devam ettirmek istediği için beyin cinsellik kavramını yaratır ve vücuda cinselliğin zevkini vaat ederek onu soyu devam ettirme amacına yönlendirir.

Bu durumda devrim, “nefsani” olarak tabir edilen bu cinsellik gibi gen kaynaklı isteklere karşı koymayı öğütleyen dini yaklaşımlar demek olur ki, sonuç şudur:

Gen şeytandır. Yani, başka bir tabirle:

Sen şeytansın.



Yazının boka sardığının farkındayım. Toparlayalım.

Varmak istediğim nokta esasen şurasıdır:

Romantizm olmasaydı zor durumda kalırdık… Burada bahsettiğim romantizm, sanat tarihindeki romantizm akımı değil, duygusal ilişki anlamındaki "romantizm"dir.

Şimdi de bunu toparlayalım.

...

Bu yazıyı erkekler açısından hayata bakarak yazdım.

Erkeklerin kadınlara olan ilgisinin altında iki sebep yatar. Birincisi ilk tanışılan kadın olan annenin erkek bilinçaltındaki olumlu imajıdır. İkinci ve daha önemli olanı ise soy devam ettirmek amaçlı genlerin yönlendirmesidir. (Aha! Şimdi anlamaya başladın)

Bir erkek tanıştığı bir kadına, bilinçaltındaki olumlu anne figüründen bahsetme ihtiyacı hissetmez. Bu figürün tek görevi yönlendirmektir ve erkek kadına yönlendiği anda görev biter.

Dolayısıyla erkekle kadın arasında oluşan ilişkinin altında ikinci sebep, yani genlerimizin soy devam ettirme güdüsü vardır. Ama insanlar bu işe “genlerimi yeni bir vücuda aktarmam lazım” gibi bir hırsla girişmez. Erkekleri buna çeken “cinsellik zevki” dir.

Elbette kadınları ikna etmek de gerekir ki, bu ciddi bir problemdir. Taş devrinde bu problem çok da önemli değildi galiba. O zamanlarda herkes tuttuğunu ikna ederdi. Sahte romantizm üzerinden tavlama çalışmaları yerine, amacı belli eden samimi yönelimlerimiz vardı. Klasik tarih biliminin konu ile ilgili yorumu bu şekilde yani.

Keşke o dönemlere geri dönsek…

Hayır, hayvan değilim, samimiyete önem veren bir insanım.



Her neyse, toplum denilen karın ağrısı bütün kurallarıyla birlikte geliştikçe ikna edebilme daha büyük bir problem haline geldi ve bu problemi aşmak için birçok yollar geliştirildi.

İşte bu yollardan geçerliliğini en uzun süre koruyanı “romantizm”dir.

Romantizm, genel olarak sevgi yoğunluğuna ve bu yoğunluğun ifade edilmesine ilişkin bir kültürdür. Bu kültür her insanda bulunsa da, kadınlarda erkeklerden daha fazla bulunur. Bunun sebebi ise kadınların fizyolojilerinden dolayı kaba kuvvet kültüründe kendilerine yer bulamamalarıdır. Yani kabakuvvetle kendini ifade etme yarışında erkeklerin gerisinde kalan kadınlar, belli ki kendilerini ifade etmek için başka yollar aramışlar. Bu arayışın neticesi ise romantizmin doğuşu olmuş.

Romantizm, hem ailede aldıkları “toplumdan onaylı kız çocuk eğitimi” ve hem de fizyolojilerinden dolayı kadınların bir genel özelliği ve hatta “lisan”ı haline geldi zamanla. Ve biz de erkekler olarak artık tuttuğumuzu ikna edemediğimiz için kadınların bu romantizm lisanını kullanmak durumunda kaldık.

Romantizm. Yani sevgi gösterileri, hem erkeğin hem de kadının doğasında bulunan çoğalma ihtiyacını giderme yolunda uğraşmak zorunda kaldığımız bir MANİA oldu artık. Günümüzde erkek-kadın ilişkisi neredeyse romantizm ile eş anlamlı hale geldi.

Bu duruma iyimser ve kötümser yorumlar getirilebilir tabi.

Kötümser yorum şudur:

Cinsellik ihtiyacı doğal ve basittir. Ama hergün güçlenen romantizm akımı, artık insanları yalandan sevgi gösterilerine sevk eden ve doğal olmayan bir maske haline gelmiştir. Erkekler sahte romantizm illüzyonlarıyla kadınlara ulaşmaya çalışmakta ve yalan hayatlar yaşanmaktadır. Evet gerçekten sevgi olabilir erkek ve kadın arasında ama bu istisnaidir ve bu sevgi bağının “illa ki” varolması talebi insanları sahtekarlığa itmektedir. Cinsellik ihtiyacının giderilmesi cinsellik kadar basit ve doğal hale getirilmelidir.

Dünya Abazanlar Birliği iyi günler diler…


İyimser yorum da şudur:

Kaba kuvvete dayalı hayat anlayışı evrim sürecinde geride kalmıştır. Romantizm denilen kültür, insanların cinsellik ihtiyaçlarını gidermelerine engel olmaz. Aksine hayatın bu yönünü daha iyimser duygular kullanarak daha kaliteli ve özlenir hale getirir. Sahtekarlık ise sadece bu konuda değil, hayatın her alanında var olan bir durumdur ve her yetişkin insan hayatını devam ettirirken kendisini sahtekarlıktan koruma sorumluluğuna sahiptir.



"Neyin var olması gerektiği" değil de, "neyin var olduğu" üzerinden bir yorum yapmak gerekirse “romantizm”in günümüzde bir gereklilik ve aslında hakikaten de bir keyif olduğu açık.

Ancak erkeklerin çoğu zaman bu keyfi samimi olmayan duygularla yaşadığını da kendimden ve çevremden biliyorum. Bazen de samimi ve sahte duygular da iç içe giriyor elbette. Ancak yine de güzel bir şey.

Romantizm ile kalite kazanmış bir cinsellik “Nicole Kidman” kadar hoş bir insan ayarında ise, cinsellikle sonuçlanmamış bir romantizm “Ayetullah Humeyni” iticiliğinde bir vakit kaybıdır.

Romantizm, tarihsel süreçte oluşmuş, insana has bir "ilişki lisanı" olduğu için aslında bir kolaylıktır da. Olumsuzluklarına rağmen var olması, var olmamasından belki de daha iyidir. İnsanı zaman zaman kastırsa da, yine de güzel bir şeydir.

Bizim şu an yapabileceğimiz en güzel şey ise, genlerin açtığı yolda ve gösterdiği hedefe durmadan yürürken hayatımıza küçük pozitif oyunlar ve şakalar katıp kalite kazandırmaktır.

Ama acı gerçek de şu ki, son sözü her zaman “Gen”ler söyler.

Ve Genler, sevgi nedir bilmeyen nemrut suratlı çıkarcılardır.

Adios.

Sunday, August 31, 2008

Novus Spiritus

New-age akımlarının entelektüel dünyaya sarsıcı bir giriş yaptığı ve yer edinilmesi zor toplum hafızasına doğru sağlam bir şekilde harekete geçtiği şu son dönem içinde Amerika’da ortaya çıkan bir kiliseden bahsetmek istiyorum bu sefer.

Ta ta ta taaaa!!! Novus Spiritus Kilisesi.

İsmi “yeni ruh” anlamına geliyor. Uyanık okurlar “novus” ve “new” sözcükleri ile “spitirus” ve “spirit” kelimeleri arasındaki benzerliği sezip tercümeyi çoktan yapmıştır ama ben yine de yazayım dedim. Hatta uyanıklığı topluma zarar seviyedeki okurlar “spirit” ile “espiri” kelimeleri arasındaki benzerliği de aradan farkedip derin etimolojik düşüncelere dalmış olabilirler. Ancak şimdi uyanmak ve bu popülerleşen dini girişimi tanımak zamanı.

Bu kilisenin inancının ne olduğuna bakalım. Gerekli gördüğüm yerlerde ben şahsi yorumumu yapar ve sizi kendinizle başbaşa bırakırım.

Bu kilisenin kurucusu bir kadın. Sıradışı değil mi? İsmi Sylvia Brown. (Eğer siz de benim gibi Sylvia deyince aklına sadece porno yıldızı Sylvia Saint gelenlerdenseniz, bu isimde ikinci bir ünlüyü tanımak sizin de bilinçaltınıza seçme fırsatı tanıyacaktır). Sylvia teyze bir psikolog. Hipnoz konusunda uzman. Uzun yıllar birçok inanç ve ırktan çok sayıda insan üzerinde geriye dönük hipnoz çalışmaları yapmış. Kilisesini kurarken temel aldığı inançları bu çalışmalardan elde ettiği bilgilere borçlu olduğunu söylüyor. Hipnoz seansına giren insanların hepsinin birbiriyle uzlaşan beyanları üzerinden hayata dair çıkarımlar yapmış. Ayrıca kendisine yardım eden psişik bir oğlu da var.

Sylvia teyzenin dediğine göre insanlar, bu dünyanın tamamen aynısı olan ancak doğası bozulmamış şekilde bulunan ve içinde mutsuzluğun olmadığı, dünyanın ruhu gibi muhteşem bir yerden geliyorlar bu dünyaya. Spiritüalistlerin “dünya spatyomu” dediği, ruhların hayat öncesi ve sonrası gezegenimizle bağlantı halinde bulundukları yer ile ilgili iddialara benzerlik taşıyor bu beyan. Aynı zamanda diğer dinlerdeki “cennet” kavramını da ciddi şekilde andırıyor. Bu benzerlikleri “bak şerefsize, nasıl da çalmış kavramı” gibilerinden bir çalıntı kavram uyarısında bulunmak için bildirmiyorum. Sadece insanlığın sahip olduğu din anlayışının nasıl ve ne yönde evrildiğine dikkat çekmek için yazıyorum. Zaten eğer ortada gerçekten cennet diye bir yer varsa, dinlerin bundan bahsetmesinden daha doğal bir şey olamaz.

Her neyse, bu cennet benzerliği yüzden ben, ruhlarımızın geldiği bu yere yazının geri kalanında “Alice Harikalar Diyarında”dan esinlenerek HD (harikalar diyarı) diyeceğim.

İddiaya göre, Tanrı’nın merhameti ile mutsuzluktan uzak kıldığı gerçek hayatımızı yaşadığımız HD’de bulunan ruhlarımız, kendi ruhani olgunluklarını arttırabilmek için biraz zorluk ve acı çekmek amacıyla şu anda bulunduğumuz geçici dünyaya geliyorlar. Tıpkı kendi lüks ve planlı hayatının monotonluğundan bıkan bir Norveçlinin Doğu Anadolu’ya geziye gitmesi gibi.

İşin püf noktası şu ki: Bu dünyada içinde bulunacağımız her türlü şartı ve karşılaşacağımız her türlü olayı biz, bizzat kendimiz, ihtiyaç duyduğumuz ruhani olgunluğu bize kazandıracak şekilde planlıyor ve yaşıyoruz. Öldüğümüzde de HD’ye geri dönüyoruz. Hepimiz bu şekilde onlarca hayat yaşayıp öldük. Hatta dejavu denilen olay, yani “bir durumu ya da saniyeyi sanki daha önce de tamamen aynı şekilde yaşamış gibi hissetmek”, HD ile bağlantılı olan ruhumuzun kendi hayat planına uygun gittiğine dair aldığı rutin bir işaret olarak tanımlanıyor Novus Spiritus inancında. Bu planlama kısmında: “Hayatını kendin seçtin, o yüzden doğuştan sahip olduğun kötü özelliklerin (mesela ailenin ya da bulunduğun sınıfın fakir ve eziliyor olması gibi durumların) suçunu tarihsel süreçte sorumluluk sahibi olanlara atman saçma” gibi bir sonuç çıkıyor sanki ortaya. Ondan sonra gel de Marx’ın “Afyonlu hemşehrilerimizin ne kadar dindar olduğundan bahseden sözü”nü hatırlama.

Sırası gelmişken söylemek isterim, eğer Afyon’da belediye başkanı ya da vali olsaydım Marx’ın üstte bahsettiğim “Din toplumların afyonudur” sözünü Afyon girişine dev harflerle yazdırırdım.

Novus Spiritus Kilisesi kurucularının insanlara ezilmişliği kabul ettirmek amacıyla gece gündüz “yaşasın kötülük” nidalarıyla planlar yapan küresel sermaye hizmetçileri değiller elbet. Hatta çok pozitif ve iyi niyetli insanlar olduklarından, en azından başkalarının acı çekmesinden de rahatsızlık duyan insanlar olduklarından eminim. Hatta ve hatta böyle bir kaderciliğe yöneltme eleştirisine karşı, ince ayar yapacak şekilde uzun uzun konuşabileceklerinden de eminim. Ancak ortaya koydukları fikrin insanları taşıyacağı nokta bu kaderciliktir. Doğruya doğru.

Benim bu durumu dile getirmemdeki asıl sebep, hayatı anlama amaçlı felsefi bir ekol olarak gördüğüm dini yaklaşımların artık “cehennem” gibi, eziciliği kültürel olarak yücelten vahşi kabileleri psikolojik olarak kontrol altına almaya yönelik kaba kuvvet gösterilerinden ya da bu “kadercilik” gibi yönetici sınıfların işlerini kolaylaştırıcı yaklaşımlardan kendilerini kurtarmaları gerektiği eleştirisinde bulunmak.

Ha, eğer gerçekten sömürülen mazlumlar, yaşadıklar sömürüyü kendileri doğmadan tespit edip istedilerse, o zaman başka tabi… Hehe…

Mazlumu getirin…



Şaka bir yana, bu kilisenin inanç sistemindeki en dikkat çeken noktalardan birisi bu kadercilik.

Öte yandan bu kilisenin tanrı inancında, eril ve dişil özelliklerin ortaklığı var. Tanrının hem eril hem de dişil özelliği olmasından dolayı dualarda “anne tanrı ve baba tanrı” gibi hitaplar var. Aynı şey insanlar için de geçerli. Yani HD’de cinsiyet diye bir şey yok. Eril ve dişil denilebilecek özellikler eğreti durmayan bir şekilde ve bir bütünlük içinde aynı ruhta bir aradalar. Ancak ruhlar dünyamıza doğduklarında yaşayacakları hayata göre erkek veya dişi olarak vücut buluyorlar. Muhabbet burdan ruh ikizi konusuna bağlanır ama ruhun eril ve dişil yönleri aynı zaman dilimi içinde dünyada bulunmayı tercih etmedikleri için bütün ilişkiler hüsranla sonuçlanır, evlilik aşkı öldürür, falan filan…

Delikanlıyı bozar diyorum buna sadece… =))

Allah kitap derken enseyi aldırmayalım da. Düşünsenize, heteroseksüel bir türk gencinin, aile meclisi gibi bir ortamda Novus Spiritus felsefesine dalıp saf saf ruhunun dişil yönünden bahsettiğini… Aman diyeyim... Adının çıkması bir yana, adamın g.tünden kan alırlar…

Neyse...

Gelelim bu kilisenin faaliyetlerine. İnternet sitesinden öğrenebildiğim kadarıyla bir şehirden en az 25 kişilik rezervasyon yaptırılırsa bu kilisenin hipnoz uzmanları o şehre gelip rezervasyon yapıranlara geriye dönük hipnoz seansları uyguluyorlar. (Düşünsenize sadece konuşarak anlattığı fikirleriyle bile dünyayı sarsmış Musa’nın internet sitesi olsaydı neler olabileceğini… Firavun siteyi çökertebilmek için hackerların önüne en babasından bir servet ve bir server koyardı herhalde.. “Bu siteye erişim yüce efendimizin emriyle engellenmiştir”)

Yine Sylvia Brown’ın katıldığı birçok konferanslar. Sylvia teyzenin canlı televizyon yayınında izleyicilerin ölmüş yakınlarının isimlerini tahmin etmesi ve onlardan mesajlar iletmesi gibi olaylar.

“- Eşinizin isminde R harfi var mı?

- Yok

- A harfi var mı?

- Yok

- F?

- Yok

- D?

- Yok

- Offff… J?

- Var

- Eeee… O harfi var mı?

- Var.

- Hah! E?

- Var.

- Eşinizin adı Joe mu?

- Evet evet!!! Nasıl da bildiniz.

- Eşinizin ruhu şu an burda. Hissedebiliyorum.

- Vücudu da burda. Hatta yanımda oturuyor. Ben eşimi sormamıştım ki.

- O zaman gelen sanırım babanızın ruhu. Babanızın ruhu sizi çok çok sevdiğini söylüyor.

- Yarım saat önce telefonda da söylemişti. Kendisi New York’ta yaşıyor.

- Eeee… Ama eşinizin burda olduğunu ve babanızın sizi sevdiğini doğru tahmin ettim dikkat ederseniz.

- Ama ya 3 sene önce ölen sevgili annem? Onu sormuştum ben. Annem için ne diyeceksiniz?

- Hay ben onun...

Gibilerinden konuşmalarla geçen programlar ve her geçen gün genişleyen ve güçlenen bir kilise.

***

Amerikan toplumunun geleneksel yapısı her türlü fikri ve yeteneği paraya çevirmeye çalışan bir eğilim içinde. Böyle bir ortamda Novus Spiritus’un da her uygulamasını kurucusunun servetini katlamak için kullanmasını yadırgamıyorum. Max Weber’in bu durumu anlatan meşhur “Protestan Ahlakı” açıklamalarını hatırlayıp geçelim bunu da.

Ancak bu kilisenin inanç esaslarına bir arkadaşımın getirdiği “Amerikan tarzı din” eleştirisine de bir noktaya kadar katılıyorum.

Novus Spiritus Kilisesi, ortaya koyduğu felsefi yaklaşım ile sosyolojik bir boşluğu da kendince dolduruyor: Amerika’nın vahşi kapitalist şehir hayatı içerisinde yaşayan ve psikolojik olarak bunalan dinsever toplumunun mutluluk arayışındaki boşluğu.

“Mutluluğu arama hakkı” gibi evrensel bir kavramı tanımlayıp Amerikan kültürüne yerleştirmeyi başarmış Thomas Jefferson’ı da bu konu bağlamında saygıyla hatırlayalım. Ben saygıyla anıyorum. İstemeyen saygı duymayabilir tabi.

***

Ferhat Göçer’in Biri Bana Gelsin adlı şarkısını Karadenizliler “Piri Bana Gelsun” diye söylerse “Piri Reis”in ruhu gelebilir…

Piri Reis’in ruhu şu an burda…

Hissediyorum…

Piri Reis’in ruhu sizi çok çok sevdiğini söylüyor…

...

Kilisenin de bedava reklamını yaptım bu arada…

Friday, August 29, 2008

Abazanlığın Psikanalizi

Aşk… Heyecanla beklenen bir misafir… Taktiğin kaosa yenilmesi… Saçmalamak, iki kere ikinin dört etmek yerine daha çok haşırt etmeyi tercih ettiği bir sinir zonguldaması…

Bir türk olarak, uzunca bir zaman bağlı olduğum geleneksel kuralların yönettiği hayatımda bu konu hep tabu olarak kaldı. Bir kadınla erkek arasında ortaya çıkıp derinleşen “sağlıklı bir ilişki” için sahip olunması gereken özgüven ve doğru bakış açısı, genellikle aynı geleneksel kültürden muzdarip olan gençlerle birlikte imece usulüyle oluşturduğumuz “Abazanlık kültü” tarafından, tarafımdan uzak tutuldu.

Abazanlık denilen şey, tamamen baskı altında tutulmaya çalışılan sosyalleşme eğilimlerinin ve cinselliğin, kendisini daha çok cinsellikle ifade etmeye çalıştığı müzmin bir doğu toplumu trendidir. Baskı gördüğü için aşkı yaşayamayan insan, aşk kavramını kafasında en basite, yani cinselliğe indirger. Daha sonra da bunu talep etmeye başlar. Gayet doğal ve anarşistçe bir üslupla hem de. Hareketlerimizin ve isteklerimizin temelinde cinselliğin yattığını iddia eden o klasik psikoloji teoremini doğrular şekilde.

Abazanlık kültürüne sahip olan bu ilkel(!) insanlar, fuhuş sektörünün de candamarını oluştururlar. Kadınlara karşı nasıl davranması gerektiğini bilemeyen, kafasındaki “tabu olan kadın” kavramı yüzünden ikili ilişki kurmakta zorlanan ve bu tabuyu aşmakta pek şans da yakalayamamış genç arkadaş, aşkın genellikle ileri safhalarından olan cinselliğe yönelik olarak biyolojik bir taşkınlıkla ve düşünsel itme gücüyle harekete geçer.

Lafı döndürüp dolaştırmadan halis muhlis bir abazan deyimiyle ifade etmek gerekirse: “karıya gider”.

Bu hareket aslında bir başkaldırıdır. Doğu toplumlardaki o acıyı kutsallaştıran “arabesk” hayat görüşünün birçok sebebinden birisi olan baskıcı, rütbeli (militer eğilimli) toplum yapısına karşı kaçamakça bir başkaldırıdır. Kendisini ezen, sınırlayan bu yapıya ve sisteme yönelik olarak zavallılaştırılmayı kabul etmeyen ama kendini ifade etme metodu ile fuhuş sektörünü besleyen ironik bir karşı çıkıştır.

İroni şudur ki: “Abazanlık devrimciliktir ama kapitalizme yarar”.

Thursday, August 21, 2008

Gereksiz Tarih Bilgileri

Artık demir almak günü gelmişse zamanda
Meçhule giden bir pompa başlar bu limanda
Ağzı doluymuş gibi sessizce alır yol
Sallanır o kalkışta hem mendil hem de kol
Katılamayanlar bu seyahatten elemli
Günlerce işine bakar elleri kremli
Biçare gönüller! Biten ne son fasıldır bu,
Hicranlı hayatın ne de son pompasıdır bu!
Dünyada sevgililer ve metresler nafile bekler
Bilmez ki böyle gidenler bile dönmeyecekler
Öldüğün gibi dirilirsin derler ya, bilirsin
Bu haldeysen öte tarafta, daha ne istersin?
Bir çok böyle giden memnun ki yerinden
Çok seneler geçti; dönen yok seferinden


Yahya Kemal’den araklayıp Felix Faure'un ölümünü anlatacak şekilde modifiye ederek tiksinç hale getirdiğim ve birazdan anlatmak istediği şeyi daha iyi anlayacağınız şu şiirin utancıyla girdiğim bu yazıma Fransa cumhurbaşkanlarından Felix Faure’dan bahsederek başlamak istiyorum.

Ölüm sebebinden dolayı kamuoyuyla çok yüzgöz olduğu için kendisine Felix Amca diye hitap etmek isterim.

Felix amca 1895 - 1899 yılları arasında Fransa cumhurbaşkanlığı yaptı. Eğer uluslar arası ilişkiler ya da tarih okumuşsanız “dört sene kısa değil mi, daha uzun sürmez miydi genelde” diye düşünebilirsiniz. Evet haklısınız, daha uzun da sürebilirdi. Ama “o olay” yüzünden erken bitti.

Felix amcayı diğer Fransa cumhurbaşkanlarından ayıran ve favorim haline getiren o olay 1899 yılında oldu.

Felix amca, 1899'da birgün cumhurbaşkanlığı sarayında oturmaktayken telefonla metresi Marguerite Steinheil'ı saraya çağırdı (ordaydım belgeseli gibi oldu bu anlatış lan), Marguerite'in gelmesi üzerine başlayan hoşbeş tahmin ettiğiniz gibi başka yönlere doğru kaydı ve Felix amca, Marguerite teyze kendisine çok afedersiniz sakso çekerken inme inmesi sonucu öldü.

Fransızlar ve birçok yazar olay üzerine üzüntülerini bildirirken cumhurbaşkanıyla "la pompe funèbre" ve "Il voulait être César, il ne fut que Pompée" gibi fransızca kelime oyunları yaparak dalga geçmekten de geri durmayarak terbiyesizlik etti ya da ifade özgürlüklerini kullandı. Kafanıza göre karar verin.

Hey sen! Meraklı okuyucu! Hiç benden bir şey bekleme. Bu üstteki fransızca cümleleri tam olarak anlayacak kadar fransızcam yok. Ama olayın üstüne bunları okuyunca gülesim geliyor. Pompée kelimesi Pompei kentinden bahsediyor sanırım ama bana pompa kelimesinin türkçe argosundaki anlamını hatırlatıyor mesela. Ondan sonra gülmeden durabilirsen helal olsun. Adam sanki yukarıda yazdığım gibi edebi bir şiir yazmış böylesine bir konuda. Ben de o fransızca sözlerden esinlenip arakladım üsttekini zaten.

Şimdi Felix Faure'un ölüm şeklini düşünerek şu şiiri bir daha okuyunuz:

Artık demir almak günü gelmişse zamanda
Meçhule giden bir pompa başlar bu limanda
Ağzı doluymuş gibi sessizce alır yol
Sallanır o kalkışta hem mendil hem de kol
Katılamayanlar bu seyahatten elemli
Günlerce işine bakar elleri kremli
Biçare gönüller! Biten ne son fasıldır bu,
Hicranlı hayatın ne de son pompasıdır bu!
Dünyada sevgililer ve metresler nafile bekler
Bilmez ki böyle gidenler bile dönmeyecekler
Öldüğün gibi dirilirsin derler ya, bilirsin
Bu haldeysen öte tarafta, daha ne istersin?
Bir çok böyle giden memnun ki yerinden
Çok seneler geçti; dönen yok seferinden...


Yeri gelmişken, bir “andırma rüzgarı” olarak aklımdan geçen politik içerikli bazı şeyleri sıralamak isterim.


1- İngiliz Dışişleri bakanı Jack Straw amcanın, sabaha kadar süren bir diplomatik görüşmenin ardından Avusturya Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik teyzeye “geceyi benimle geçirdiğiniz için teşekkür ederim” demesi.

2- Monica Lewinski ve Bill Clinton olayı. “Oval Office”in adının “Oral Office” olarak değiştirilmesi.

3- John F. Kennedy amcayla, Marilyn Monroe teyze olayı ve ikisinin de gizli servis tarafından öldürülmeleri. Hep düşünürüm bu cinayette “Türk tipi namus bekçiliği”nin payı var mı diye. (ikinci cümlede klasik bir uluslar arası ilişkilerci şakası okudunuz, gülmeseniz bile diplomatik şekilde sahte ve şuh bir kahkaha atınız)

4- Adnan Menderes amca da manita yapmıştı Kennedy-Monroe olayına benzer şekilde. Sözkonusu hatun Ayhan Aydan adlı bir opera sanatçısıydı. Hem de iki ilişki de birbirine yakın yıllarda yaşandı ve iki politikacı da birbirine yakın yıllarda devletlerinin karanlık yüzleri tarafından öldürüldü… Enteresan bir hayat çizgisi benzerliği, değil mi?…

5- Lewinski sabıkası olan Bill Clinton amcayla Beyaz Saray’da bir odada başbaşa görüşen Başbakan Tansu Çiller’in görüşme sonrası odadan çıktığında saçlarının biraz dağınık olması bazı hin gazetecilerimizde kuşku uyandırmıştı. Kuşkunun ne olduğunu tahmin edersiniz. Olay ve iddiası saçmalığın alâsı ama biraz üstünde çalışmaya değer.

Mesela,

Şekerpare adlı komedi filminde İlyas Salman’ın oynadığı Bekçi Cumali karakteri genelev patroniçesini annesi gibi görür. Ama bir gün bir adam patroniçeyi odaya aldığında kapının önünde sinirli sinirli volta atar ve yanındakilere “bu adam şimdi benim anamı mı becerecek?” diye bağırır.

Düşünsenize, dönemin Türk genelkurmay başkanı, Çiller ve Clinton odada yalnız görüşürken oda kapısının önündedir ve içeride dönenlerden rahatsızdır. Elde sigara, hızlı hızlı volta atmaktadır. Ara sıra içeri girmeye çalışsa da kapıda nöbet tutan gizli servis elemanları izin vermez. En sonunda dayanamaz ve kendisini sakinleştirmeye çalışan bir diplomata dönüp “bu adam şimdi benim başbakanımı mı becerecek?” diye bağırır.

Hehe…

Bir başka yazıda görüşmek üzere.