Tuesday, July 13, 2010

Söz Ruhumdaki Ertuğrul Özkök'te

Hayatımda şimdiye kadar iki tane ciddi eğilimim oldu: Dindarlık ve marksizm.

Birisi insanlığı çok derinden etkilemiş bir olgu, diğeri ise akıl yürütmenin en parlak ve en aktif disiplinlerinden birisi. Hayatımın belli dönemlerinde ayrı ayrı ikisini de deneyimledim. Çok uzun bir hayat yaşamış değilim henüz, o yüzden bu sözüm iddialı görünebilir. Ancak sözümün güvenilirliğinden şüphem yok. Zira dindarlığı da, marksizmi de eski fikirlerimin mirası olan tüm yargılardan uzak şekilde ve samimiyetle anlamaya çalışarak deneyimledim. Şu anda ise açıkça söylemek gerek ki, ikisinden de aynı sebeple uzaklaşmış durumdayım: Her ne kadar gerçeği görme ve adil olma duygularına hitap etseler de, bir şekilde ikisinin de benden şeklini almamı istedikleri o kap ile bir türlü nihai bir uyumu sağlayamadım. Sanırım insanların zoruna gitme ihtimali olsa da, bu uyumsuzluktan memnun olduğumu da söylemeliyim.

Çıkmak için çırpındıkça suya daha çok batmak gibi gelir bana zihin içerisinde bir şeyleri çözüme kavuşturma çabası. Yani varmak istediğiniz mutluluğu ve rahatsızlıktan kurtuluşu, önce iç sevincinizle yaratıp tanımamış haldeyseniz, bir "sorun" üzerinde düşündükçe onu detaylandırır ve arttırırsınız. Ve inanç da, marksizmin analizleri de birer zihin performansı oldukları için, onlar da aynı soru'nun ve sorun'un tekrar tekrar cevaplanması, düşünülmesi, kabul edilmesi, reddedilmesi ve sairesi. Bu zihinsel performanslar ve sonuçlarının haklılığı ve haksızlığı değil anlatmak istediğim. Tabi, doğrular ve yanlışlar da mutlak değil ve herşey kişinin algısına ve ilgisine göre.

Aynı benzetme üzerinden ifade etmek gerekirse, benim asıl anlatmak istediğim ve asıl ilgi alanımı oluşturan şey insanın, bu zihin oyununa kapılmadan, yani çırpındıkça suya batmaya tav olmadan yüzmeyi öğrenmesi ve hatta evrim geçirip karaya çıkması. Bunu yapmak içinse, vazgeçilmesi söz konusu bile olamayacak kadar erdemli ve kutsal olduğu düşünülen şeyleri önemsememeyi başarmak gerekiyor, değil mi?

Mesela, cehennem diye bir yer varsa eğer, oraya gitmek istemem. Ancak "cehenneme gitmemek adına" itaat etmemiz gereken dini kuralların sonuçları yüzünden insanlık olarak cehennemin ta kendisini yaşamakta olduğumuzu biliyorum. Kaynakların adaletsiz paylaşımı yüzünden insanların eziliyor olduğu ve -benim de içlerine dahil olduğum- bazı insanların bazı keyiflere ulaşamıyor olduğu şeklindeki acı gerçeği de biliyorum. Bu acı gerçeğin daha fazla var olmamasını ümit ettiğimi de söyleyebilirim. Ancak gecekondu mahallelerinde yaşayan insanlar var diye, neden o klişe ifadesiyle "Boğaz'a karşı viski yudumlamayı" aşağılamak ya da bu fırsat elime geçerse reddetmek gerektiğini anlayamıyorum. İmkanlardan fedakarlık yapmak ile toplumsal sorumluluk arasındaki farkın bu noktada doğru algılanamadığını düşünüyorum. Amaç insanların rahat yaşamasıysa ve ben bir birey olarak rahatsam, beni eleştirmek yerine kendini rahat hissetmeyen diğer insanlara yoğunlaşmak gerek bana sorarsanız.

***

"Yasakladığı bir elma ağacının önünde seni aç bırakan ve elmayı yediğin zaman da saklandığı çalının arkasından fırlayıp "işte seni yakaladım" diyerek cezalandıran bir Tanrı..."

Douglas Adams'ın, "Bir Otostopçunun Galaksi Rehberi" adlı romanında bir uzaylıya söylettiği bu sözler ile eleştirdiği mantıksızlığı dinin birçok kısmında gördüğümü söylemem lazım. Ayrıca var olan toplumsal sorunları çözerken, herhangi bir ideolojik yaklaşımın "başarılı olup hayatı daha iyi bir hale getirme tekeli"ne sahip olmadığını da söylemeliyim. Hatta dünya tarihinde ele geçirdikleri ülkelere etkileri açısından bakarsak, bu tekele sahip olacak en son ideolojidir belki marksizm.

Bir marksist ile konuşuyorum.

Yanlışlara yoğunlaşmış olduğunu görüyorum. Yanlış olarak kabul ettiği şeyleri dinliyorum.

Görüyorum ki, hayatımın neredeyse tamamı onun yanlış/sömürü olarak kabul ettiği şeyler üzerine kurulmuş. Yanlışlıklar/Sömürü sistemi her yanımda. İşin ilginci ise onun hayatı da aynı yanlışlıklar/sömürü sistemine tabi. O da üç aşağı beş yukarı benimle aynı şartlara sahip. Kendisini bu yüzden yargılamak için söylemiyorum bunu. Elbette bu sistemi o kurmadı.

İdealleri için feda ettiklerini dinliyorum sonra. Eğer bir marksist olarak, bir marksist olmayan benden farklıysa tabi. Yani savunduğu değerler için birşeyleri feda etme eğilimindeyse eğer, hayatın birtakım avantajlarından, keyiflerinden ve hoşluklarından faydalanmadığını ve hatta bunları kendi özgür iradesiyle tıpkı bir dindar gibi reddettiğini görüyorum. Bu reddedişin gerekçesi olarak da uzun, kendi içinde gayet tutarlı, adil ve dürüst bir vaaz veriyor. Gelecekte var olmasını planladığı ideal ortamın güzelliği ile avunuyor ve böylece şu anda kendisini mahrum ettiği şeylerin acısını azaltıyor.

Bir dindar insanla konuşuyorum.

Yanlışlara yoğunlaşmış olduğunu görüyorum. Yanlış olarak kabul ettiği şeyleri dinliyorum.

Görüyorum ki, hayatımın neredeyse tamamı onun yanlış/günah olarak kabul ettiği şeyler üzerine kurulmuş. Yanlışlıklar/Günahlar sistemi her yanımda. İşin ilginci ise onun hayatı da aynı yanlışlıklar/günahlar sistemine tabi. O da üç aşağı beş yukarı benimle aynı şartlara sahip. Kendisini bu yüzden yargılamak için söylemiyorum bunu. Elbette bu sistemi o kurmadı.

İdealleri için feda ettiklerini dinliyorum sonra. Eğer bir dindar olarak, bir dindar olmayan benden farklıysa tabi. Yani savunduğu değerler için birşeyleri feda etme eğilimindeyse eğer, hayatın birtakım avantajlarından, keyiflerinden ve hoşluklarından faydalanmadığını ve hatta bunları kendi özgür iradesiyle tıpkı bir marksist gibi reddettiğini görüyorum. Bu reddedişin gerekçesi olarak da uzun ve kendi içinde gayet tutarlı, adil ve dürüst bir vaaz veriyor. Gelecekte var olmasını planladığı ideal ortamın güzelliği ile avunuyor ve böylece şu anda kendisini mahrum ettiği şeylerin acısını azaltıyor.

İkisi de zihinsel karşıtlıklarının içindeki aynı şey. Zaten anlatmak istediğim nokta da bu. Yukarıda bahsettiğim, insanı şeklini almaya zorlayan kap tam olarak bu. İkisi de gelecek için şimdiyi feda ediyor. Ne dindar bir insanın kutsal külliyatında, ne de marksizmin teorisinde şimdi'nin tadını çıkartmak için ne yapılacağı yazmıyor. Yaşanabilecek bütün "mutlu şimdi"ler, asla gelmeyeceği itiraf edilen bir ütopyada. Halbuki ben gelecek bir zamanı ya da geçmiş bir zamanı yaşayan bir insan hiç görmedim. Her insan ömrünün her anında şimdi'de bulunuyor. Doğasına uygun yaşanan bir hayatta sadece "şimdi" var. Gelecek sadece bir kurgu, geçmiş sadece bir kurgu. Dindarlığın ve marksizmin gerekçeleri takipçileri tarafından ne kadar haklı bulunsa da, ana talepleri sadece insanın gelecekteki mutluluk için şu anki mutluluk ihtimalini feda etmesi. Ve her zaman gelecek olarak kalacak bir gelecekte, nasılsa güneş mutluluğun üstüne doğacak ve büyük ödül herşeye değecek iddiası.

Benim bu talepleri ve iddiaları duyunca aklıma gelense Ömer Hayyam'ın anlattıkları:

Bir kadeh, bir güzel, bir çalgı, bir de yeşil çimen,
Bunlar benim olsun, veresiye cennet de senin.

Cennette huriler varmış, kara gözlü;
İçkinin de ordaymış en güzeli.
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz:
Bak, bir yanda şarap, bir yanda sevgili.

Sevgilerle.

No comments: