Friday, October 22, 2010

Öylesine Şiir Çevirisi

Bu sonsuz gök bizden midir, değil midir?
Bu yıldızlar canlı mıdır cansız mı?
Dostlar olmalıdır bu göğün içinde, düşman olmalı.
Canlıysa bu yıldızlar, toprağında can olmalı.
Nefes alınmalıdır, yaşanıp ölünmeli.

İnsan bu göğün boşluğuna dayanmaz!
Bir koca göğün içinde, bir ufacık dünyada
Yapayalnız, bir avuç insanla yaşanmaz!

Can olmalıdır göğün yıldızlarında can!
Bize benzer veya benzemez, dost veya düşman...
Gelmeliler dünyamıza, içmeliler suyumuzdan.

Bülent Ecevit, 1953.

--------------------------------------------------------------------------------

Is it from us or not, this infinite sky?
Are these stars dead or are they alive?
Someone enemy would probably be there,
And there also has to be someone ally.

There is the life that just waits for us
on the living stars, or on some other grounds.
As well as the life, for sure there is the death,
And for sure, there too, we ought to breath.

A celestial invitation to an irresistable flirt!
While we're absolutely alone in our familiar crowd.
And while we're isolated in loneliness in our tiny world.

Friend or enemy, does it really matter?
As I say there's life on the stars! There is life, utter!
And to celebrate it, we're better come together
In our lonely world of the water.

Tuesday, July 13, 2010

Söz Ruhumdaki Ertuğrul Özkök'te

Hayatımda şimdiye kadar iki tane ciddi eğilimim oldu: Dindarlık ve marksizm.

Birisi insanlığı çok derinden etkilemiş bir olgu, diğeri ise akıl yürütmenin en parlak ve en aktif disiplinlerinden birisi. Hayatımın belli dönemlerinde ayrı ayrı ikisini de deneyimledim. Çok uzun bir hayat yaşamış değilim henüz, o yüzden bu sözüm iddialı görünebilir. Ancak sözümün güvenilirliğinden şüphem yok. Zira dindarlığı da, marksizmi de eski fikirlerimin mirası olan tüm yargılardan uzak şekilde ve samimiyetle anlamaya çalışarak deneyimledim. Şu anda ise açıkça söylemek gerek ki, ikisinden de aynı sebeple uzaklaşmış durumdayım: Her ne kadar gerçeği görme ve adil olma duygularına hitap etseler de, bir şekilde ikisinin de benden şeklini almamı istedikleri o kap ile bir türlü nihai bir uyumu sağlayamadım. Sanırım insanların zoruna gitme ihtimali olsa da, bu uyumsuzluktan memnun olduğumu da söylemeliyim.

Çıkmak için çırpındıkça suya daha çok batmak gibi gelir bana zihin içerisinde bir şeyleri çözüme kavuşturma çabası. Yani varmak istediğiniz mutluluğu ve rahatsızlıktan kurtuluşu, önce iç sevincinizle yaratıp tanımamış haldeyseniz, bir "sorun" üzerinde düşündükçe onu detaylandırır ve arttırırsınız. Ve inanç da, marksizmin analizleri de birer zihin performansı oldukları için, onlar da aynı soru'nun ve sorun'un tekrar tekrar cevaplanması, düşünülmesi, kabul edilmesi, reddedilmesi ve sairesi. Bu zihinsel performanslar ve sonuçlarının haklılığı ve haksızlığı değil anlatmak istediğim. Tabi, doğrular ve yanlışlar da mutlak değil ve herşey kişinin algısına ve ilgisine göre.

Aynı benzetme üzerinden ifade etmek gerekirse, benim asıl anlatmak istediğim ve asıl ilgi alanımı oluşturan şey insanın, bu zihin oyununa kapılmadan, yani çırpındıkça suya batmaya tav olmadan yüzmeyi öğrenmesi ve hatta evrim geçirip karaya çıkması. Bunu yapmak içinse, vazgeçilmesi söz konusu bile olamayacak kadar erdemli ve kutsal olduğu düşünülen şeyleri önemsememeyi başarmak gerekiyor, değil mi?

Mesela, cehennem diye bir yer varsa eğer, oraya gitmek istemem. Ancak "cehenneme gitmemek adına" itaat etmemiz gereken dini kuralların sonuçları yüzünden insanlık olarak cehennemin ta kendisini yaşamakta olduğumuzu biliyorum. Kaynakların adaletsiz paylaşımı yüzünden insanların eziliyor olduğu ve -benim de içlerine dahil olduğum- bazı insanların bazı keyiflere ulaşamıyor olduğu şeklindeki acı gerçeği de biliyorum. Bu acı gerçeğin daha fazla var olmamasını ümit ettiğimi de söyleyebilirim. Ancak gecekondu mahallelerinde yaşayan insanlar var diye, neden o klişe ifadesiyle "Boğaz'a karşı viski yudumlamayı" aşağılamak ya da bu fırsat elime geçerse reddetmek gerektiğini anlayamıyorum. İmkanlardan fedakarlık yapmak ile toplumsal sorumluluk arasındaki farkın bu noktada doğru algılanamadığını düşünüyorum. Amaç insanların rahat yaşamasıysa ve ben bir birey olarak rahatsam, beni eleştirmek yerine kendini rahat hissetmeyen diğer insanlara yoğunlaşmak gerek bana sorarsanız.

***

"Yasakladığı bir elma ağacının önünde seni aç bırakan ve elmayı yediğin zaman da saklandığı çalının arkasından fırlayıp "işte seni yakaladım" diyerek cezalandıran bir Tanrı..."

Douglas Adams'ın, "Bir Otostopçunun Galaksi Rehberi" adlı romanında bir uzaylıya söylettiği bu sözler ile eleştirdiği mantıksızlığı dinin birçok kısmında gördüğümü söylemem lazım. Ayrıca var olan toplumsal sorunları çözerken, herhangi bir ideolojik yaklaşımın "başarılı olup hayatı daha iyi bir hale getirme tekeli"ne sahip olmadığını da söylemeliyim. Hatta dünya tarihinde ele geçirdikleri ülkelere etkileri açısından bakarsak, bu tekele sahip olacak en son ideolojidir belki marksizm.

Bir marksist ile konuşuyorum.

Yanlışlara yoğunlaşmış olduğunu görüyorum. Yanlış olarak kabul ettiği şeyleri dinliyorum.

Görüyorum ki, hayatımın neredeyse tamamı onun yanlış/sömürü olarak kabul ettiği şeyler üzerine kurulmuş. Yanlışlıklar/Sömürü sistemi her yanımda. İşin ilginci ise onun hayatı da aynı yanlışlıklar/sömürü sistemine tabi. O da üç aşağı beş yukarı benimle aynı şartlara sahip. Kendisini bu yüzden yargılamak için söylemiyorum bunu. Elbette bu sistemi o kurmadı.

İdealleri için feda ettiklerini dinliyorum sonra. Eğer bir marksist olarak, bir marksist olmayan benden farklıysa tabi. Yani savunduğu değerler için birşeyleri feda etme eğilimindeyse eğer, hayatın birtakım avantajlarından, keyiflerinden ve hoşluklarından faydalanmadığını ve hatta bunları kendi özgür iradesiyle tıpkı bir dindar gibi reddettiğini görüyorum. Bu reddedişin gerekçesi olarak da uzun, kendi içinde gayet tutarlı, adil ve dürüst bir vaaz veriyor. Gelecekte var olmasını planladığı ideal ortamın güzelliği ile avunuyor ve böylece şu anda kendisini mahrum ettiği şeylerin acısını azaltıyor.

Bir dindar insanla konuşuyorum.

Yanlışlara yoğunlaşmış olduğunu görüyorum. Yanlış olarak kabul ettiği şeyleri dinliyorum.

Görüyorum ki, hayatımın neredeyse tamamı onun yanlış/günah olarak kabul ettiği şeyler üzerine kurulmuş. Yanlışlıklar/Günahlar sistemi her yanımda. İşin ilginci ise onun hayatı da aynı yanlışlıklar/günahlar sistemine tabi. O da üç aşağı beş yukarı benimle aynı şartlara sahip. Kendisini bu yüzden yargılamak için söylemiyorum bunu. Elbette bu sistemi o kurmadı.

İdealleri için feda ettiklerini dinliyorum sonra. Eğer bir dindar olarak, bir dindar olmayan benden farklıysa tabi. Yani savunduğu değerler için birşeyleri feda etme eğilimindeyse eğer, hayatın birtakım avantajlarından, keyiflerinden ve hoşluklarından faydalanmadığını ve hatta bunları kendi özgür iradesiyle tıpkı bir marksist gibi reddettiğini görüyorum. Bu reddedişin gerekçesi olarak da uzun ve kendi içinde gayet tutarlı, adil ve dürüst bir vaaz veriyor. Gelecekte var olmasını planladığı ideal ortamın güzelliği ile avunuyor ve böylece şu anda kendisini mahrum ettiği şeylerin acısını azaltıyor.

İkisi de zihinsel karşıtlıklarının içindeki aynı şey. Zaten anlatmak istediğim nokta da bu. Yukarıda bahsettiğim, insanı şeklini almaya zorlayan kap tam olarak bu. İkisi de gelecek için şimdiyi feda ediyor. Ne dindar bir insanın kutsal külliyatında, ne de marksizmin teorisinde şimdi'nin tadını çıkartmak için ne yapılacağı yazmıyor. Yaşanabilecek bütün "mutlu şimdi"ler, asla gelmeyeceği itiraf edilen bir ütopyada. Halbuki ben gelecek bir zamanı ya da geçmiş bir zamanı yaşayan bir insan hiç görmedim. Her insan ömrünün her anında şimdi'de bulunuyor. Doğasına uygun yaşanan bir hayatta sadece "şimdi" var. Gelecek sadece bir kurgu, geçmiş sadece bir kurgu. Dindarlığın ve marksizmin gerekçeleri takipçileri tarafından ne kadar haklı bulunsa da, ana talepleri sadece insanın gelecekteki mutluluk için şu anki mutluluk ihtimalini feda etmesi. Ve her zaman gelecek olarak kalacak bir gelecekte, nasılsa güneş mutluluğun üstüne doğacak ve büyük ödül herşeye değecek iddiası.

Benim bu talepleri ve iddiaları duyunca aklıma gelense Ömer Hayyam'ın anlattıkları:

Bir kadeh, bir güzel, bir çalgı, bir de yeşil çimen,
Bunlar benim olsun, veresiye cennet de senin.

Cennette huriler varmış, kara gözlü;
İçkinin de ordaymış en güzeli.
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz:
Bak, bir yanda şarap, bir yanda sevgili.

Sevgilerle.

Saturday, February 28, 2009

Universe, Universitas, Üniversite, Evrenkent...

Son günlerde Taraf gazetesi yazarı Sevan Nişanyan ile Ekşi Sözlük yazarı Jimi The Kewl arasında "üniversite - universum - universitas - evrenkent" gibi kelimelerin yapısı ve Nişanyan'ın Oktay Sinanoğlu'nun "üniversite" yerine kullanılmasını önerdiği "evrenkent" kelimesine getirdiği eleştiri üzerine Türkiye basınında pek göremeyeceğimiz kadar keyifli bir tartışma yaşanıyor.

Nişanyan'ın ve Jimi The Kewl'un birbirine cevap niteliği de taşıyan yazılarına önce bir göz gezdirmek isteyenler aşağıdaki kronolojik sıraya göre dizilmiş linklerdeki yazıları sırayla okuyabilirler.

1- (Nişanyan'ın ilk yazısı)

2- (Jimi The Kewl'un kastırdığı sağlam eleştiri)

3- (Nişanyan'ın cevabı)

Yazı içinde karşılaşacağınız not numaralarının açıklamalarına da yazının en son kısmından ulaşabilirsiniz.

***

İşin aslında öyle görünüyor ki, Jimi The Kewl, Sevan Nişanyan'ın Oktay Sinanoğlu'na yönelik hafiften dalga geçer cinsten eleştirilerini ideolojik sebeplerle, Sinanoğlu'na duyduğu saygı sebebiyle veya başka bir nedenle sindirememiş ki Sevan Nişanyan'a sallamaya karar vermiş.

Zira entrysindeki öfkeli cevaplama ifadelerinden anlaşılan bu. Oktay Sinanoğlu'na söylenenden rahatsızlığını belirterek girmiş yazıya ancak bu konuyu bir yerde aniden bitirmiş ve başka bir konu üzerinden terminoloji kullanarak saldırmaya karar vermiş. Yani evrenkent kelimesinin üniversite kelimesine karşılık olamayacağı şeklindeki eleştirinin haklı oluşu karşısında Oktay Sinanoğlu'nun sitelerine gidin bakın diyerek topu taca atmış. Halbuki entrynin ilerleyen kısımlarında okuyucuların bu şekilde referans göstermeleri takip etmeyip boşlayacağına dair emin ifadeleri var(1). Dolayısıyla hiçbir açık bırakmamacasına(2) konuyu irdeleyen bu dilbilimci arkadaşın konunun asıl çıktığı noktada böylesine kaçak oynaması ve Nişanyan'ı eleştirdiği konuyu aynı düzlem içinde tutar gibi yaparak değiştirmesi Sevan Nişanyan'ın evrenkent eleştirisindeki haklılığına delalet olup, kendisinin ise bu eleştiriden duyduğu rahatsızlığa gösterdiği tepkinin Oktay Sinanoğlu'nun eleştirilmesine tahammül edemeyişinden kaynaklandığını gösterir. Bu tahammülsüzlüğün altında yatan sebep ise benim tahminim Atatürk'e ve kemalizme de haklı ve ağır eleştiriler yapmış(3) Nişanyan'a had bildirme amaçlı ideolojik bir duygusallık.(4) Tabi bilmeden bu kadar emin konuşmayalım, belki bambaşka bir düşünce var kafasında.

Jimi The Kewl'un Oktay Sinanoğlu'nu savunma güdüsüyle harekete geçip, bu taktiği kullanarak Sevan'ı ve Oktay'ı okuyucu gözünde birbirine rakip iki ayrı cephe olarak kurguladığı(5), Nişanyan cephesinin karizmasını başka bir konu üzerinden eleştirerek çizmeye çalıştığı ve bu yolla Sinanoğlu'na -ki bence popülarite anlamında hiç ihtiyacı yokken- puan kazandırmaya çalıştığı kendi ifadelerinden anlaşılıyor.

Konunun özüne dair düşüncelerim bu şekilde. Şunu da belirtmek isterim ki Jimi The Kewl'u da Sevan Nişanyan'ı da tanımam, etmem. İkisinin de keyifli yazıları var, okurum. Ancak bu konuda Jimi The Kewl'un samimi bir yaklaşım sergilemediği izlenimini aldım ve bu yaklaşımı beni rahatsız etti. Yukarıdaki paragrafta açıkladım bu izlenimin dayanaklarını.

Ama yiğidi öldür hakkını yeme. Jimi The Kewl'un Sinanoğlu meselesi haricinde giriştiği eleştirilerin son derece sağlam olduğu da açık. Ki, bunun bir işareti de Sevan Nişanyan'ın cevap yazısında bu eleştiriyi uzun uzun cevaplamayıp konu ile ilgili kullandığı kaynaklarını göstermesi. Bunun sebebi de pekâla "köşesinde yeterli yer olmaması, uzun uzadıya tartışmaya girmek istememesi ya da kısmen veya tamamen eleştiriyi kabul etmesi olabilir".

Fransız akademisinin veya diğer otoritelerin universel kelimesinin köküne ve hangi tarihte hangi şekilde kullanıldığına dair fikirlerinin birbirinden farklı olması da Nişanyan ve Jimi The Kewl'un(= bu nedir böyle, bunların gerçek isimleri nedir?) yaklaşımlarındaki farklılıkları anlaşılır kılabilir. Tartışmanın en şiddetli kısmında, yani "Universitas" kelimesinin "evren, the universe" anlamı da taşıyıp taşımadığıyla ilgili olan kısımda ise gerek Nişanyan'ın iddiasına kaynak gösterdiği eser(6), gerekse Jimi The Kewl'un eleştirisinde kullandığı eserler(7) gayet mâkul görünüyor.

Ancak bu durum yine de evrenkent önerisinin ikbâlini arttırmıyor. Ve netice itibariyle meselenin evrenkent eleştirisinden kaynaklandığını ve bu konuda Nişanyan'ın sözlerinin hâlen çürütülemediği için geçerli olduğunu hatırladığımız zaman, bu tartışmada Sevan Nişanyan'ı galip ilan etmekte bir sakınca görmediğimi söylemek isterim.

DİPNOTLAR:

(1) "eğer sina hoca'nın ve lewis'in sözlüğüne inanmıyorsanız, aynı şekilde oxford latin dictionary'deki "universitas" maddesine bakın. eseri bulup bulamayacağınızı bilmiyorum, ama en azından araştırmayacağınızı biliyorum; o yüzden ilgili kısmı kestim flickre attım, buyrun: ...", jimi the kewl, http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=15560683.

(2) "şimdi gelin beraber bu sıfatın köküne inelim, böylece benim yazıma bakarak da "cahilliğin bu kadarı ancak okumakla olur" diyen çıkmasın; hiçbir açık nokta bırakmayalım.", jimi the kewl, aynı link.

(3) Küçük bir örnek olarak: Atatürk tarafından üretilen "evrensel" kelimesinin fransızca karşılığı olan "universel"e benzemesinin tesadüf olduğundan bahsettiği yazı. "1932 veya 33’te Fransızca universel sıfatına karşılık Çankaya’da icat edilen evrensel sözcüğünde kullanılmış. Fransızca kelimeyle benzerliği tesadüftür desek belki anlaşılır, belki rakı da yardım etmiştir. Ondan sonra Öztürkçülere gün doğmuş, tecimsel, kamusal, ulusal, arsıulusal, tinsel, cinsel, siyasal, yazınsal, dirimsel, özdeksel, artık Allah ne verdiyse dayamışlar.", Sevan Nişanyan, http://www.taraf.com.tr/makale/4083.htm.

(4)"... "bologna’da ders okutan hocalar bir araya gelip haklarını daha iyi korumak ve kim ders verebilir kim veremez meselesini kurala bağlamak için bir universitas kurmuşlar. bir de resmî berat almışlar ki, eşrafı, derebeysi, kilisesi, paşası, eşkiyası şusu busu işlerine karışmasın, kendi koydukları kurallar çerçevesinde serbestçe ders verebilsinler." (y.n. Sevan Nişanyan, http://www.taraf.com.tr/makale/4072.htm.)

burada s. nişanyan'ın kalemi giderek sertleşmiş; fanatikleri, holiganları kusura bakmasın ama benim entirim de sertleşebilir bu yüzden.", Jimi The Kewl, aynı link.

(5) "peki neden bu meseleyi "evrenkent" veyahut "oktay sinanoğlu" başlıklarında değil de bizzat burada işliyorum?, ... , işte bu başlığa her bakan okuyucu da sevan nişanyan'ın aydınlığının ya da tam olarak dile getireyim, sevan nişanyan'ın rakibini yok etmeye yönelik çekilmiş kaleminin kalitesini, kalibresini anlayabilsin.", Jimi The Kewl, aynı link.

(6) "dr. sina kabaağaç'ın erdal alova ile birlikte hazırlamış olduğu sözlüğe bakarsak s. nişanyan'ın "universitas başka, evrenle alakası yok" ifadesinin ne kadar hatalı olduğunu görürüz: http://farm4.static.flickr.com/...83_ed70cac2a1_o.jpg görüldüğü gibi "universitas" teriminin "evren" manası da vardır! peki s. nişanyan ne diyordu? "universitas başka, evrenle alakası yok..." alakası var mıymış?

sina hoca'nın sözlüğüne güvenmeyecek birileri olabilir tekrar charlton t. lewis'in sözlüğüne "universitas" maddesine bakıyoruz ve "universitas"ın "evren"le bir alakasının olup olmadığını inceliyoruz. lewis ilk mana olarak " the whole" demiş; daha sonra da "the whole number of things, the whole world, the universe" demiş. peki s. nişanyan'ın ve fanatiklerinin iyi anlayabilmesi için tekrar soralım: "universitas" teriminin "evren"le bir alakası var mıymış? lewis'in aynı maddede aktardığına göre "universitas"ın bu manada kullanımı oldukça eski, bkz:

universitatis corpus, cicero, univ. 5; so id. ib. 12: volubilis, plinius, 2, 5, 4, § 11: ambitus terrae totius ad magnitudinem universitatis instar obtuet puncti, ammianus, 15, 1, 4.

eğer sina hoca'nın ve lewis'in sözlüğüne inanmıyorsanız, aynı şekilde oxford latin dictionary'deki "universitas" maddesine bakın. eseri bulup bulamayacağınızı bilmiyorum, ama en azından araştırmayacağınızı biliyorum; o yüzden ilgili kısmı kestim flickre attım, buyrun:
http://farm4.static.flickr.com/..._9d23729a98.jpg?v=0", Jimi The Kewl, aynı link.

Saturday, November 1, 2008

...

Perfect love the killer
wouldn’t let you neither survive
nor not to revive after

Thursday, October 16, 2008

Yalnızlık

Yalnızlık tek başına olmakla ilgili değil
Yalnızlık yalnız olmakla ilgili

Tuesday, September 16, 2008

Bilinen Gerçeklerin Tekrarı

İnsan bir ülkedir.

İlk cümle sanki pek de bilinen bir gerçek değil gibi gelmiş olabilir. Ama sabredin, ilerleyen kısımlarda benim topluma yeni bir şey katamayan, aynı şeyleri tekrar eden kötü bir yazar olduğumu kanıtlayacağım.

Vücut, insan denen bu ülkenin sömürülen cahil proletarya kitleleri gibidir.

Genler bu ülkenin, esasen yurtdışı kökenli olan yönetici sermaye sahipleridir. Elitin elitidir.

Beyin ise komprador burjuvadır. Yani aracıdır. Genlerin ihtiyaçlarını temine yönelik görevi vardır sistem içinde. Büyük sermaye ülkeyi komprador burjuvazi aracılığıyla yönetir. Yani Genler, ülkeyi beyin aracılığıyla yönetir. Genlerin var olabilmek için gereksinim duyduğu her şeyin propagandası ve temini beyin tarafından gerçekleştirilir. Mesela genler yeni insan vücutlarına geçerek varlıklarını devam ettirmek istediği için beyin cinsellik kavramını yaratır ve vücuda cinselliğin zevkini vaat ederek onu soyu devam ettirme amacına yönlendirir.

Bu durumda devrim, “nefsani” olarak tabir edilen bu cinsellik gibi gen kaynaklı isteklere karşı koymayı öğütleyen dini yaklaşımlar demek olur ki, sonuç şudur:

Gen şeytandır. Yani, başka bir tabirle:

Sen şeytansın.



Yazının boka sardığının farkındayım. Toparlayalım.

Varmak istediğim nokta esasen şurasıdır:

Romantizm olmasaydı zor durumda kalırdık… Burada bahsettiğim romantizm, sanat tarihindeki romantizm akımı değil, duygusal ilişki anlamındaki "romantizm"dir.

Şimdi de bunu toparlayalım.

...

Bu yazıyı erkekler açısından hayata bakarak yazdım.

Erkeklerin kadınlara olan ilgisinin altında iki sebep yatar. Birincisi ilk tanışılan kadın olan annenin erkek bilinçaltındaki olumlu imajıdır. İkinci ve daha önemli olanı ise soy devam ettirmek amaçlı genlerin yönlendirmesidir. (Aha! Şimdi anlamaya başladın)

Bir erkek tanıştığı bir kadına, bilinçaltındaki olumlu anne figüründen bahsetme ihtiyacı hissetmez. Bu figürün tek görevi yönlendirmektir ve erkek kadına yönlendiği anda görev biter.

Dolayısıyla erkekle kadın arasında oluşan ilişkinin altında ikinci sebep, yani genlerimizin soy devam ettirme güdüsü vardır. Ama insanlar bu işe “genlerimi yeni bir vücuda aktarmam lazım” gibi bir hırsla girişmez. Erkekleri buna çeken “cinsellik zevki” dir.

Elbette kadınları ikna etmek de gerekir ki, bu ciddi bir problemdir. Taş devrinde bu problem çok da önemli değildi galiba. O zamanlarda herkes tuttuğunu ikna ederdi. Sahte romantizm üzerinden tavlama çalışmaları yerine, amacı belli eden samimi yönelimlerimiz vardı. Klasik tarih biliminin konu ile ilgili yorumu bu şekilde yani.

Keşke o dönemlere geri dönsek…

Hayır, hayvan değilim, samimiyete önem veren bir insanım.



Her neyse, toplum denilen karın ağrısı bütün kurallarıyla birlikte geliştikçe ikna edebilme daha büyük bir problem haline geldi ve bu problemi aşmak için birçok yollar geliştirildi.

İşte bu yollardan geçerliliğini en uzun süre koruyanı “romantizm”dir.

Romantizm, genel olarak sevgi yoğunluğuna ve bu yoğunluğun ifade edilmesine ilişkin bir kültürdür. Bu kültür her insanda bulunsa da, kadınlarda erkeklerden daha fazla bulunur. Bunun sebebi ise kadınların fizyolojilerinden dolayı kaba kuvvet kültüründe kendilerine yer bulamamalarıdır. Yani kabakuvvetle kendini ifade etme yarışında erkeklerin gerisinde kalan kadınlar, belli ki kendilerini ifade etmek için başka yollar aramışlar. Bu arayışın neticesi ise romantizmin doğuşu olmuş.

Romantizm, hem ailede aldıkları “toplumdan onaylı kız çocuk eğitimi” ve hem de fizyolojilerinden dolayı kadınların bir genel özelliği ve hatta “lisan”ı haline geldi zamanla. Ve biz de erkekler olarak artık tuttuğumuzu ikna edemediğimiz için kadınların bu romantizm lisanını kullanmak durumunda kaldık.

Romantizm. Yani sevgi gösterileri, hem erkeğin hem de kadının doğasında bulunan çoğalma ihtiyacını giderme yolunda uğraşmak zorunda kaldığımız bir MANİA oldu artık. Günümüzde erkek-kadın ilişkisi neredeyse romantizm ile eş anlamlı hale geldi.

Bu duruma iyimser ve kötümser yorumlar getirilebilir tabi.

Kötümser yorum şudur:

Cinsellik ihtiyacı doğal ve basittir. Ama hergün güçlenen romantizm akımı, artık insanları yalandan sevgi gösterilerine sevk eden ve doğal olmayan bir maske haline gelmiştir. Erkekler sahte romantizm illüzyonlarıyla kadınlara ulaşmaya çalışmakta ve yalan hayatlar yaşanmaktadır. Evet gerçekten sevgi olabilir erkek ve kadın arasında ama bu istisnaidir ve bu sevgi bağının “illa ki” varolması talebi insanları sahtekarlığa itmektedir. Cinsellik ihtiyacının giderilmesi cinsellik kadar basit ve doğal hale getirilmelidir.

Dünya Abazanlar Birliği iyi günler diler…


İyimser yorum da şudur:

Kaba kuvvete dayalı hayat anlayışı evrim sürecinde geride kalmıştır. Romantizm denilen kültür, insanların cinsellik ihtiyaçlarını gidermelerine engel olmaz. Aksine hayatın bu yönünü daha iyimser duygular kullanarak daha kaliteli ve özlenir hale getirir. Sahtekarlık ise sadece bu konuda değil, hayatın her alanında var olan bir durumdur ve her yetişkin insan hayatını devam ettirirken kendisini sahtekarlıktan koruma sorumluluğuna sahiptir.



"Neyin var olması gerektiği" değil de, "neyin var olduğu" üzerinden bir yorum yapmak gerekirse “romantizm”in günümüzde bir gereklilik ve aslında hakikaten de bir keyif olduğu açık.

Ancak erkeklerin çoğu zaman bu keyfi samimi olmayan duygularla yaşadığını da kendimden ve çevremden biliyorum. Bazen de samimi ve sahte duygular da iç içe giriyor elbette. Ancak yine de güzel bir şey.

Romantizm ile kalite kazanmış bir cinsellik “Nicole Kidman” kadar hoş bir insan ayarında ise, cinsellikle sonuçlanmamış bir romantizm “Ayetullah Humeyni” iticiliğinde bir vakit kaybıdır.

Romantizm, tarihsel süreçte oluşmuş, insana has bir "ilişki lisanı" olduğu için aslında bir kolaylıktır da. Olumsuzluklarına rağmen var olması, var olmamasından belki de daha iyidir. İnsanı zaman zaman kastırsa da, yine de güzel bir şeydir.

Bizim şu an yapabileceğimiz en güzel şey ise, genlerin açtığı yolda ve gösterdiği hedefe durmadan yürürken hayatımıza küçük pozitif oyunlar ve şakalar katıp kalite kazandırmaktır.

Ama acı gerçek de şu ki, son sözü her zaman “Gen”ler söyler.

Ve Genler, sevgi nedir bilmeyen nemrut suratlı çıkarcılardır.

Adios.

Sunday, August 31, 2008

Novus Spiritus

New-age akımlarının entelektüel dünyaya sarsıcı bir giriş yaptığı ve yer edinilmesi zor toplum hafızasına doğru sağlam bir şekilde harekete geçtiği şu son dönem içinde Amerika’da ortaya çıkan bir kiliseden bahsetmek istiyorum bu sefer.

Ta ta ta taaaa!!! Novus Spiritus Kilisesi.

İsmi “yeni ruh” anlamına geliyor. Uyanık okurlar “novus” ve “new” sözcükleri ile “spitirus” ve “spirit” kelimeleri arasındaki benzerliği sezip tercümeyi çoktan yapmıştır ama ben yine de yazayım dedim. Hatta uyanıklığı topluma zarar seviyedeki okurlar “spirit” ile “espiri” kelimeleri arasındaki benzerliği de aradan farkedip derin etimolojik düşüncelere dalmış olabilirler. Ancak şimdi uyanmak ve bu popülerleşen dini girişimi tanımak zamanı.

Bu kilisenin inancının ne olduğuna bakalım. Gerekli gördüğüm yerlerde ben şahsi yorumumu yapar ve sizi kendinizle başbaşa bırakırım.

Bu kilisenin kurucusu bir kadın. Sıradışı değil mi? İsmi Sylvia Brown. (Eğer siz de benim gibi Sylvia deyince aklına sadece porno yıldızı Sylvia Saint gelenlerdenseniz, bu isimde ikinci bir ünlüyü tanımak sizin de bilinçaltınıza seçme fırsatı tanıyacaktır). Sylvia teyze bir psikolog. Hipnoz konusunda uzman. Uzun yıllar birçok inanç ve ırktan çok sayıda insan üzerinde geriye dönük hipnoz çalışmaları yapmış. Kilisesini kurarken temel aldığı inançları bu çalışmalardan elde ettiği bilgilere borçlu olduğunu söylüyor. Hipnoz seansına giren insanların hepsinin birbiriyle uzlaşan beyanları üzerinden hayata dair çıkarımlar yapmış. Ayrıca kendisine yardım eden psişik bir oğlu da var.

Sylvia teyzenin dediğine göre insanlar, bu dünyanın tamamen aynısı olan ancak doğası bozulmamış şekilde bulunan ve içinde mutsuzluğun olmadığı, dünyanın ruhu gibi muhteşem bir yerden geliyorlar bu dünyaya. Spiritüalistlerin “dünya spatyomu” dediği, ruhların hayat öncesi ve sonrası gezegenimizle bağlantı halinde bulundukları yer ile ilgili iddialara benzerlik taşıyor bu beyan. Aynı zamanda diğer dinlerdeki “cennet” kavramını da ciddi şekilde andırıyor. Bu benzerlikleri “bak şerefsize, nasıl da çalmış kavramı” gibilerinden bir çalıntı kavram uyarısında bulunmak için bildirmiyorum. Sadece insanlığın sahip olduğu din anlayışının nasıl ve ne yönde evrildiğine dikkat çekmek için yazıyorum. Zaten eğer ortada gerçekten cennet diye bir yer varsa, dinlerin bundan bahsetmesinden daha doğal bir şey olamaz.

Her neyse, bu cennet benzerliği yüzden ben, ruhlarımızın geldiği bu yere yazının geri kalanında “Alice Harikalar Diyarında”dan esinlenerek HD (harikalar diyarı) diyeceğim.

İddiaya göre, Tanrı’nın merhameti ile mutsuzluktan uzak kıldığı gerçek hayatımızı yaşadığımız HD’de bulunan ruhlarımız, kendi ruhani olgunluklarını arttırabilmek için biraz zorluk ve acı çekmek amacıyla şu anda bulunduğumuz geçici dünyaya geliyorlar. Tıpkı kendi lüks ve planlı hayatının monotonluğundan bıkan bir Norveçlinin Doğu Anadolu’ya geziye gitmesi gibi.

İşin püf noktası şu ki: Bu dünyada içinde bulunacağımız her türlü şartı ve karşılaşacağımız her türlü olayı biz, bizzat kendimiz, ihtiyaç duyduğumuz ruhani olgunluğu bize kazandıracak şekilde planlıyor ve yaşıyoruz. Öldüğümüzde de HD’ye geri dönüyoruz. Hepimiz bu şekilde onlarca hayat yaşayıp öldük. Hatta dejavu denilen olay, yani “bir durumu ya da saniyeyi sanki daha önce de tamamen aynı şekilde yaşamış gibi hissetmek”, HD ile bağlantılı olan ruhumuzun kendi hayat planına uygun gittiğine dair aldığı rutin bir işaret olarak tanımlanıyor Novus Spiritus inancında. Bu planlama kısmında: “Hayatını kendin seçtin, o yüzden doğuştan sahip olduğun kötü özelliklerin (mesela ailenin ya da bulunduğun sınıfın fakir ve eziliyor olması gibi durumların) suçunu tarihsel süreçte sorumluluk sahibi olanlara atman saçma” gibi bir sonuç çıkıyor sanki ortaya. Ondan sonra gel de Marx’ın “Afyonlu hemşehrilerimizin ne kadar dindar olduğundan bahseden sözü”nü hatırlama.

Sırası gelmişken söylemek isterim, eğer Afyon’da belediye başkanı ya da vali olsaydım Marx’ın üstte bahsettiğim “Din toplumların afyonudur” sözünü Afyon girişine dev harflerle yazdırırdım.

Novus Spiritus Kilisesi kurucularının insanlara ezilmişliği kabul ettirmek amacıyla gece gündüz “yaşasın kötülük” nidalarıyla planlar yapan küresel sermaye hizmetçileri değiller elbet. Hatta çok pozitif ve iyi niyetli insanlar olduklarından, en azından başkalarının acı çekmesinden de rahatsızlık duyan insanlar olduklarından eminim. Hatta ve hatta böyle bir kaderciliğe yöneltme eleştirisine karşı, ince ayar yapacak şekilde uzun uzun konuşabileceklerinden de eminim. Ancak ortaya koydukları fikrin insanları taşıyacağı nokta bu kaderciliktir. Doğruya doğru.

Benim bu durumu dile getirmemdeki asıl sebep, hayatı anlama amaçlı felsefi bir ekol olarak gördüğüm dini yaklaşımların artık “cehennem” gibi, eziciliği kültürel olarak yücelten vahşi kabileleri psikolojik olarak kontrol altına almaya yönelik kaba kuvvet gösterilerinden ya da bu “kadercilik” gibi yönetici sınıfların işlerini kolaylaştırıcı yaklaşımlardan kendilerini kurtarmaları gerektiği eleştirisinde bulunmak.

Ha, eğer gerçekten sömürülen mazlumlar, yaşadıklar sömürüyü kendileri doğmadan tespit edip istedilerse, o zaman başka tabi… Hehe…

Mazlumu getirin…



Şaka bir yana, bu kilisenin inanç sistemindeki en dikkat çeken noktalardan birisi bu kadercilik.

Öte yandan bu kilisenin tanrı inancında, eril ve dişil özelliklerin ortaklığı var. Tanrının hem eril hem de dişil özelliği olmasından dolayı dualarda “anne tanrı ve baba tanrı” gibi hitaplar var. Aynı şey insanlar için de geçerli. Yani HD’de cinsiyet diye bir şey yok. Eril ve dişil denilebilecek özellikler eğreti durmayan bir şekilde ve bir bütünlük içinde aynı ruhta bir aradalar. Ancak ruhlar dünyamıza doğduklarında yaşayacakları hayata göre erkek veya dişi olarak vücut buluyorlar. Muhabbet burdan ruh ikizi konusuna bağlanır ama ruhun eril ve dişil yönleri aynı zaman dilimi içinde dünyada bulunmayı tercih etmedikleri için bütün ilişkiler hüsranla sonuçlanır, evlilik aşkı öldürür, falan filan…

Delikanlıyı bozar diyorum buna sadece… =))

Allah kitap derken enseyi aldırmayalım da. Düşünsenize, heteroseksüel bir türk gencinin, aile meclisi gibi bir ortamda Novus Spiritus felsefesine dalıp saf saf ruhunun dişil yönünden bahsettiğini… Aman diyeyim... Adının çıkması bir yana, adamın g.tünden kan alırlar…

Neyse...

Gelelim bu kilisenin faaliyetlerine. İnternet sitesinden öğrenebildiğim kadarıyla bir şehirden en az 25 kişilik rezervasyon yaptırılırsa bu kilisenin hipnoz uzmanları o şehre gelip rezervasyon yapıranlara geriye dönük hipnoz seansları uyguluyorlar. (Düşünsenize sadece konuşarak anlattığı fikirleriyle bile dünyayı sarsmış Musa’nın internet sitesi olsaydı neler olabileceğini… Firavun siteyi çökertebilmek için hackerların önüne en babasından bir servet ve bir server koyardı herhalde.. “Bu siteye erişim yüce efendimizin emriyle engellenmiştir”)

Yine Sylvia Brown’ın katıldığı birçok konferanslar. Sylvia teyzenin canlı televizyon yayınında izleyicilerin ölmüş yakınlarının isimlerini tahmin etmesi ve onlardan mesajlar iletmesi gibi olaylar.

“- Eşinizin isminde R harfi var mı?

- Yok

- A harfi var mı?

- Yok

- F?

- Yok

- D?

- Yok

- Offff… J?

- Var

- Eeee… O harfi var mı?

- Var.

- Hah! E?

- Var.

- Eşinizin adı Joe mu?

- Evet evet!!! Nasıl da bildiniz.

- Eşinizin ruhu şu an burda. Hissedebiliyorum.

- Vücudu da burda. Hatta yanımda oturuyor. Ben eşimi sormamıştım ki.

- O zaman gelen sanırım babanızın ruhu. Babanızın ruhu sizi çok çok sevdiğini söylüyor.

- Yarım saat önce telefonda da söylemişti. Kendisi New York’ta yaşıyor.

- Eeee… Ama eşinizin burda olduğunu ve babanızın sizi sevdiğini doğru tahmin ettim dikkat ederseniz.

- Ama ya 3 sene önce ölen sevgili annem? Onu sormuştum ben. Annem için ne diyeceksiniz?

- Hay ben onun...

Gibilerinden konuşmalarla geçen programlar ve her geçen gün genişleyen ve güçlenen bir kilise.

***

Amerikan toplumunun geleneksel yapısı her türlü fikri ve yeteneği paraya çevirmeye çalışan bir eğilim içinde. Böyle bir ortamda Novus Spiritus’un da her uygulamasını kurucusunun servetini katlamak için kullanmasını yadırgamıyorum. Max Weber’in bu durumu anlatan meşhur “Protestan Ahlakı” açıklamalarını hatırlayıp geçelim bunu da.

Ancak bu kilisenin inanç esaslarına bir arkadaşımın getirdiği “Amerikan tarzı din” eleştirisine de bir noktaya kadar katılıyorum.

Novus Spiritus Kilisesi, ortaya koyduğu felsefi yaklaşım ile sosyolojik bir boşluğu da kendince dolduruyor: Amerika’nın vahşi kapitalist şehir hayatı içerisinde yaşayan ve psikolojik olarak bunalan dinsever toplumunun mutluluk arayışındaki boşluğu.

“Mutluluğu arama hakkı” gibi evrensel bir kavramı tanımlayıp Amerikan kültürüne yerleştirmeyi başarmış Thomas Jefferson’ı da bu konu bağlamında saygıyla hatırlayalım. Ben saygıyla anıyorum. İstemeyen saygı duymayabilir tabi.

***

Ferhat Göçer’in Biri Bana Gelsin adlı şarkısını Karadenizliler “Piri Bana Gelsun” diye söylerse “Piri Reis”in ruhu gelebilir…

Piri Reis’in ruhu şu an burda…

Hissediyorum…

Piri Reis’in ruhu sizi çok çok sevdiğini söylüyor…

...

Kilisenin de bedava reklamını yaptım bu arada…